Leta Hollingworth, üstün çocuklar alanında bir efsanedir. 1920’lerden 1940’lara kadar Amerika’da üstün yenetekli eğitimin öncüsü olmuştur. Newyork bölgesindeki 80 yıllık gözlemleri ve çıkarımları geniş ölçüde kabul görmektedir. Vardığı en önemli sonuçlardan biri şudur: Yüksek IQ seviyesine sahip çocuklar (120 – 140 IQ arası) genel anlamda daha uyumlu ve başarılı öğrencilerdir. Diğer öğrencilerle daha iyi geçinebilir, kolayca yakın arkadaş edinebilir, akademik olarak büyük başarılar elde edebilirler.
Daha yüksek zeka seviyesine sahip öğrenciler (özellikle IQ seviyesi 180’in üzerinde olanlar) tipik bazı zorluklar yaşıyor. Onlar çok farklı olup uyum sağlamakta sorun yaşayabiliyor. Gelişmiş kelime bilgisine ya da ilgi alanlarına yetişebilecek ve bu bilgileri paylaşacak arkadaş bulamamaktadırlar. Hollingworth tarafından sıkça söylenen şey şudur ki; bu çocuklar için en zor olan şey; bir yetişkinin zekasına, fakat bir çocuğun duygularına sahip olmaktır. Duygusal kırılganlık, yaşadıkları en önemli zorluktur. Zeki çocuklar, etik ve filozofik konuları duygusal olarak henüz hazır olmasalar bile anlarlar. Fakirlik, açlık, soykırım ve çocuk tacizi gibi konular, anlamaya hazır olmadıkları ama kolayca algılayabildikeri konular arasındadır. Ebeveynler çocuklarının bu duygusal kırılganlığını hassasiyetle ele almalı ve duygusal problemlere engel olmaya çalışmalıdırlar.
Şu bir gerçek ki normal sınıflardaki zeki öğrencilerin tembelleştiği görülmektedir. O halde bu çocuklar ilgi ve motivasyonlarını sıradan (ortalama ve ortalamanın altında çocuklar için tasarlanmış) ortamlarda nasıl yüksek tutabilirler? Ne yazık ki tembelleştikleri ve hayallere daldıkları bir gerçektir. Nasıl çalışacaklarını öğrenmez, okulu sevmez ve okulu zaman kaybı olarak görürler.
Hollingworth bu konuda danışmanlık önermekte ve bunu "duygusal eğitim" olarak tanımlamaktadır. Danışmanlık, üstün zekalı öğrenciler için geliştirilen her türlü kaliteli programın önemli bir öğesidir.
Duygusal eğitim kavramını zihninizde etiketledikten sonra biraz duralım. Çünkü Hollingworth’ın gözlemleri biriyle çelişiyor. O isim Lewis Terman. Terman’ın Hollingworth’dan daha önce yaptığı, geniş çapta kabul gören çalışmaları vardı. Buna bir göz atalım:
Tarihsel sürece bakıldığında ilk başarılı zeka testi Paris’te geliştirilmiş olup Alfred Binet ve Th. Simpson tarafından yaratılmıştır. 1916 yılında, Terman’ın genişlettiği, standartlaştırdığı ve İngilizce olarak yaymladığı Binet – Simon testlerinin adı Stanford Binet Skalası olmuştur. Terman 1920’lerde Stanford – Binet skalasını kullanarak, IQ derecesi 135’in üzerinde 1528 çocuk keşfetmiştir. Bu çocukların çoğu, 140’ın üzerinde derece elde etmiştir. Testlerin en önemli çıkarımı şudur ki “bu çocuklar kesinlikle psikolojik, sosyal ve hatta fiziksel olarak ortalamanın üzerindedir.”
Halbuki Hollingworth’ün gözlemleri – benzer zeka derecesine sahip çocuklarda psikolojik – sosyal uyumsuzluklar görüldüğünü söylüyordu. Terman’ın çalışmalarında ise böyle bir durum görülmüyor. Bu çelişkinin muhtemel sebebi şudur:
Terman’ın teste tabi tuttuğu öğrenciler, öğretmenleri tarafından tavsiye edilerek seçildi. Öğretmenlerini memnun eden öğrencilerden oluşan bu seçim Terman’ın sonuçlarını etkilemiş olmalıydı. Zira öğretmen, sosyal becerisi ile farklılık gösteren çocukları öne çıkarıyor. Şu da bir faktör ki Terman’ın testlerinde 140’ın üzerinde IQ derecesine sahip öğrenciler listeleniyor. Hollingworth yorumları ise 140 ve çok daha yüksek IQ dereceleri ile genişletilmiş. Dolaylı olarak öğretmenlerin “memnun oldukları öğrencileri seçmesi” Terman’ın verilerini saptırıyor.
Hollingworth’un izinden giden Miraca Gross, yakın zamanda “olağanüstü IQ dereceleri” bulunan 60 Avustralyalı çocuğu incelemiştir. Bu çocukların IQ seviyesi 160’ın üzerinde olup 3 tanesi 200 puanı aşmıştır. IQ seviyesi 180’in üzerinde olan öğrenciler ilk kelimelerini 6 ile 12 aylıkken söylemiş ve genellikle üç yaş civarında akıcı bir şekilde konuşmaya başlamıştır. 165 IQ’ya sahip Asyalı bir kızın 2 yaşında gazete, 4 yaşında tıp kitaplarını okuyabildiği tespit edilmiştir. 13 yaşında liseden mezun olan bu kız, teorik fizik konusundaki doktorasını 21 yaşında tamamlamıştır. 13 yaşında üniversite eğitimine hazır olmadığını itiraf eden bir başka üstün yetenekli kız öğrenci de lisenin 11. ve 12. sınıflarını daha önce almadığı dersleri alarak tekrar etmiş ve 16 yaşında üniversiteye girmiştir.
Önem arz eden bir başka açı da şudur; Miraca Gross’un “Cooper Smith Özgüven Anketi” ile yaptığı çalışmasında ortalamanın altında skor yapan çocuklar, zeki diğer çocukların kendilerinden hoşlanmadıklarını söylemektedir. Gross’un bir başka bulgusu da yüksek IQ sahibi çocukların okul mutluluğunu doğrudan notlarındaki artışa bağlamalarıdır. Onları mutlu edecek yegane çabayı notlarının sürekli artışına bağlamış bulunuyorlar. Bu artış olmadan çocuklar aldıkları eğitimden soğumakta, olumsuz tavır takınmakta, son derece mutsuz görünmekte ve öğrenme hevesini yitirmektedirler. Her yıl ya da iki yılda bir olan hızlandırma sonrasında bile yaşıtlarını geride bırakmakta ve okuldan tatmin olmamaktadırlar. Fakat radikal bir hızlandırma (ilerletme) söz konusu olursa (1 ya da 2 yıldan fazla bir sınıf atlama gibi) o zaman okul yaşantıları akademik, sosyal ve duygusal ihtiyaçlarını karşılayabilmekte ve mutlu olabilmektedirler. Gross şunu özellikle belirtmiştir: “IQ’su 180 olan bir çocuğu hızlandırma eğitimine almamak, normal bir çocuğu özürlüler sınıfında zorla okutmaya benzemektedir.”
Bu çocukların yakın arkadaşlar edinebilmesinin yolu yine üstün zekalı öğrenciler için hazırlanan programlardan geçmektedir. Çocuklar ancak kendilerine benzer arkadaşlarla bir araya geldiklerinde özgüvenli olabilmekte ve keyif alabilmektedirler.
Bugün Hollingworth ve Gross bu konudaki çıkarımlarını net bir şekilde ifade etmiş iki uzman olarak, bu özel çocuklar için hazırlanan programların merkezinde yer almaktadır. Bu öğrencilerin güdüleyici rekabete ve motivasyona ihtiyaç duydukları bir gerçektir. Birçok program sıradan müfredatın ötesinde kapsamlı ileri seviye çalışmalar içermektedir. Bağımsız kütüphane ve araştırma projeleri de yaygındır. Yine birçok program öğrencilere seviye atlatabilmektedir. Amerka’nın büyük şehirlerinde “Mıknatıs Oyunları” adında devlet okulları açılmıştır. Bütün imkanlar, üstün yetenekli öğrencilerin hayal gücünü, zekasını, akademik ve kariyer motivasyonlarını ateşlemektedir.
Şimdi ülkemizdeki Bilsem ve Bilsem sınavı konularına gelebiliriz. Yukarıda bulunan açıklamalar doğrultusunda Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan bu çalışmaları daha net anlamlandırabiliriz.
2017 Bilsem sınavı başvuruları için Bakanlığı’ın yayınladığı kılavuzda ebeveyn ve öğretmenin uzlaşı içinde başvurmasının amaçlandığı görülüyordu. Bir şekilde, önceki senelerde olduğu gibi sadece öğretmenin aday göstermesi öngörülmemişti. Eski durumda öğretmenin üzerinde ek bir sorumluluk kalıyordu. Diğer taraftan velilerin de bireysel başvuru adına konuyu gündeme getirdiğini çeşitli online platformlarda gördük. Veliler, inisiyatifin tümüyle öğretmende olmasından biraz şikayetçiydiler. Zira kendileri istese bile öğretmen aday göstermeyebiliyordu. Bu noktada Hollingworth – Terman çelişkisine düşülmediğini kim iddia edebilir? Nasıl mı?
Öğretmen, sınıfında yaşıtlarına göre farklılık gösteren bir öğrenci arayışında olacak. Terman örneğinde olduğu gibi “memnun olduğu öğrencileri” seçmesi durumunda; psikolojik – sosyal yetersizliği olduğunu düşündüğü öğrencileri geri plana iterek gözden kaçırabilir. Yani bir nevi aday gösterme ölçütü öğrenciden aldığı memnuniyet – derslerdeki başarı ve motivasyonu olabilir. Peki ya çocuk bir şekilde üstün zekalı ve “duygusal kırılganlık” gibi sebeplerden ötürü uyumsuz durumda ise? Belki de öğrencinin kırılgan – uyumsuz yapısı okuldaki ilk günlerinden itibaren başladı ve fark edemiyorsunuz. Hollingworth ve Gross’un çalışmalarında üstün zekalı öğrencilerin derslerdeki başarısı ve ivmelenmesi vurgulanıyor. Eğer bir kalıp halinde “çocuk üstün zekalı ise derslerinde mutlaka bir parıltı gösterecektir” düşüncesindeyseniz, bu son derece yanlış olabilir. Üstün zekalı öğrencilerin derslerinde başarılı olması ve notlarında artış ile beklediği motivasyon en başından kırılmış olabilir. En büyük zafiyetimiz zeka konusunu cetvelle kumaş ölçmeye indirgememiz olabilir.
Benzer şekilde TV’de, çeşitli medya kuruluşlarında yemek tarifi yapılır gibi üstün zekalı tanımlamasının yapılması son derece hatalı bir durum. Zeka ölçme – tanımlama konusunda yetkinlik aranması gerektiği gibi bu konuda “kesin ifadeler kullanma” hakkı da “yanılgı payı olabileceği ihtimali göz önünde bulundurularak” yine otorite sahibi kurumlar ve akademik kuruluşlardır. Son derece girift bir konu hakkında kesin ifadeler veya kesin şablonlar aranmamalıdır. Bu konuda yapılabilecek en iyi şey “muhtemel bulguları göz ardı etmeden, ciddiyetle ele alıp tanılama amacıyla konu hakkında yetkin kurumlara yönlendirmektir.” Veliyi – öğrenciyi, illerinde bulunan Rehberlik ve Araştırma Merkezleri'ne yönlendirebilirler.
Tekrar BİLSEM konusuna gelebiliriz. Bu kurumlara sınav ile öğrenci alınıyor. “Sınav” kavramı ülkemizde bir takım popüler yanlış söylemler neticesinde “yanlış bir uygulama” olarak tanımlanmaya başladı. Deneysel eğitim metodları veya eğitim konusunda “kör muhaliflik” neticesinde “rekabet değil, iş birliği” benzeri söylemler görebilirsiniz. Hatta bu söylemler zaman zaman “çocukları sınavlarda at gibi kullanıyorlar” yargısına kadar vardı. Analitik, akademik verilere dayanmayan ve yalnızca zan içeren bu yorumlar sahadaki gerçekle örtüşmüyor. Hollingworth ve Terman arasındaki görece çelişki temelde 2 faktörden oluşuyor; birincisi öğretmen faktörü, ikincisi ise zeka aralığı. IQ aralığı 140 dolaylarında olan öğrenciler ile çok daha yüksek olan öğrenciler arasında kritik farklar var ve bu farklar hem kendi içinde hem de karşılaştırmalı olarak ele alınabiliyor. Yanlış ve popüler olan söylemlere baktığınızda kriter gözetmedikleri çok net olarak anlaşılabiliyor. Avrupa'nın küçük bir ülkesinde, genel eğitim için uygulanmış olan deneysel bir yöntem, ülkemizde üstün zekalıları belirleme üzerine yapılan çalışmalarla kıyaslanabiliyor. Bu doğrultuda “dünya kıyaslamalı – rekabetçi eğitim modeli yerine iş birliği modeline geçti” gibi bir söylem görürseniz bilin ki tümüyle ezber ve geçerliliği olmayan fikre sahip biriyle görüşüyorsunuz. Bir biriyle bağlantılı ve analitik olmayan bu karşılaştırmalar ne yazık ki popüler söylemle “genel kabul görme” aşamasına kadar geldi.
Eğitim dünyamızda BİLSEM önemli bir faktör oldu. Üstün zekalı – yetenekli öğrencilerin tanılanması, onların motive edilmesi, sosyal – psikolojik açıdan desteklenmesi büyük önem taşıyor. Bu çalışmalar doğrultusunda 2 aşamalı sınav yapılıyor.
1. aşamada grup tarama sınavı ile potansiyel öğrenci kitlesi alınıyor. 2. aşamada ise grup tarama sınavını geçen öğrenciler yetenek alanlarına göre bireysel değerlendirmeye alınıyor. Sınavın 1. aşaması “tanılama içermez” 2. aşamada akademik açıdan kabul görmüş testler uygulanarak yine konu hakkında otorite sahibi kurumlar tarafından tanılama yapılır. Bu noktada dahi son derece yanlış fikir sahibi olan kişiler “Bilsem sınavına çalışılmaz” yargısında bulunabilir. Tümüyle yanlış olması bir tarafa Bilsem sınavında çıkan sorulara çalışmanın yegane amacı da BİLSEM olamaz. Bilsem sınavındaki soru tipleri çocukların genel zihinsel yapısını desteklemek amacıyla önemli yere sahiptirler.
Konu ile ilgili yazılabilecek pek çok başlık var. Ancak sözü daha fazla uzatmadan özet halinde şunu belirtebiliriz. Üstün zekalı çocukların tespiti ve desteklenmesi örgün eğitimdeki genel eğitim modeli ile karıştırılmamalıdır. Üstün zekalı öğrencilerin avantajları ve yaşadığı problemler hem ebeveynler hem de öğretmenler tarafından bilinçli şekilde ele alınmalıdır. Bu konuda Dr. Gary A Davis'in "Üstün yetenekli çocuklar ve eğitimi" adlı kitabından yararlanabilirsiniz. Özgür yayınları tarafından raflarda bulabileceğiniz bu kaynak kitabımız Müjde Işık Koç tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. Özellikle öğretmenler, kitabın sonunda bulunan "referanslar" bölümünden yola çıkarak çok daha geniş bilgiye erişebilir. Eğer bir gelecek planımız varsa, çocuklar için biraz zahmete girmeliyiz. Öyle değil mi?