Zaman geçtikçe zihnimiz gölgelenir. İnsanoğlu böyledir. Çok çabuk unutur. Bugün 29 Ekim. Takvimler için sıradan bir gün. Ancak koca bir ulus için dönüm noktası. Bu tarihi görmekse hiç kolay değildi. 7 iklimde hakimiyet kurmuş Osmanlı İmparatorluğu, önce Balkan savaşlarından sonra topyekün bir savaştan büyük bir yara alarak çıktı. Yaralarını sarmak bir tarafa, emperyalizmin kara bulutları tüm ülkeyi saracaktı. Şanslıyız ki; “geldikleri gibi giderler” diyen askeri ve politik bir dehaya sahiptik. Hiç pes etmedi. Ulusuna güvenen adam Şöyle diyordu; “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” Mustafa Kemal, kurtuluşu bireysel azimden çok “milli bir ruh” olarak görüyordu. Yeni bir meclis, yeni bir ordu kuruldu. Mustafa Kemal ve kurmayları ülkenin üzerine çöken karanlığa karşı ilk meşaleyi yakıyordu. Bu emperyalizme karşı büyük bir kurtuluş hareketinin başlangıcıydı.
Sakarya önlerine kadar dayanan Yunan ordusu büyük güçlüklerle durduruldu. Son direniş olarak görünen Sakarya’da yaşanan galibiyet büyük bir moral verse de tehlike bertaraf edilmiş değildi. Uzun yıllar sonra şiirin üstadlarından Necip Fazıl Kısakürek’in söylediği gibi;
“Hey Sakarya, kim demis suya vurulmaz perçin? Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur, Sirtina Sakarya'nin, Türk tarihi vurulur.”
Sözü geçen pek çok üst düzey subay ve meclis üyeleri “mevcut durumda anlaşma koparmanın” mantıklı olduğunu düşünürken Mustafa Kemal’in aklında tam bağımsız bir ülke vardı. Tüm dünyanın aksine, bu milleti iyi tanıyordu. Elinde avucunda bir şey kalmayan milletten “benliğini” ortaya koyacak milli seferberlik istiyordu. Çocuklarını Balkan harbinde, Çanakkale’de şehit vermiş anneler kalan son çocuklarını Mustafa Kemal’in emrine vermekten çekinmedi. Mustafa Kemal’in onlara inandığı gibi, onlar da Mustafa Kemal’e inandı.
Etrafında Atatürk ve kurmaylarının olduğu masanın üstünde tüm bir milletin varlığı son damlasına kadar duruyordu. Masanın ucundaki haritada ise Büyük Taarruz için hazırlanan plan vardı. “Kurt Kapanı” adı verilen planda Afyon’un güneyine son derece gizli bir harekat plananıyordu. Çiğil Tepe taarruz cephesi olarak seçildi. Tınas Tepe ve Kalecik arasında olan 13 Km’lik mesafeden yarma harekatı başlatılması planlanıyordu. Yunan ordusu bir cephede oyalanırken, diğer cepheden düşman kuvvetlerini bölerek parçalara ayıracak zorlu bir harekat planı yapılmıştı. Harita üzerindeki bu harekât gayet mantıklı duruyordu. Ancak Yakup Şevki Paşa aynı görüşte değildi. Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların harp okulunda kendisinden eğitim alması, yaş ve kıdemce büyük olması nedeniyle “hocam” diyerek hitap ettikleri son derece tecrübeli bir Osmanlı subayıydı. Yakup Şevki Paşa planın çok güç olduğunu, başarma şansının yok denecek kadar az olduğunu açık yüreklilikle ifade etti. Ona göre 120 bin kişilik orduyu cephenin bir ucundan bir ucuna kilometrelerce mesafeye düşman görmeden hareket ettirmek imkânsızdı. Hazin son olarak “ordu, millet ve memleketin elden çıkacağı” ihtimali ona daha muhtemel geliyordu. Tüm itirazlarından sonra Kurt Kapanı planının uygulanacağını gördüğünde son kez şunu söyledi:
“Türk milletinin silahı, topu tüfeği, varı yoğu işte bundan ibaret. Siz, tüm bunları bir harekatta değerlendirmek üzere tehlikeye atıyorsunuz. Buna razı gelemem. Bu kararı verenler tarihe karşı büyük vebal altında kalırlar!”
Mustafa Kemal görüşlerine büyük önem verdiği Yakup Şevki Paşanın bu sözlerine karşı tarihe geçecek olan şu kararı bildirdi. “Türk milletinin elindeki tüm imkanlar bu mu? Öyleyse elimizdeki bu son imkânla kesin sonucu almalıyız. Kimse korkmasın, tarihe ve millete karşı tüm sorumluluk bana aittir.”
Yakup Şevki paşa bu sözlere karşılık “düşüncelerimi dile getirdim, her ne olursa olsun verilen emirlere koşulsuz uyacağımı bilmenizi isterim” diyerek toplantıyı bitirdi.
29 Ekim gününe çok zor geldiğimizi söylemiştik. Bu iş sadece hesaplamalar, imkanlar dâhilinde zor değildi. Yakup Şevki paşa büyük bir insan, çok önemli yeteneklere haiz deneyimli bir subaydı. O dahi tüm bu güçlükler arasında başarı ihtimalini çok zayıf olarak görüyordu. Büyük Taarruz başladıktan sonra kendisine bağlı orduyu emir gelmesine rağmen hareket ettirmedi. Düşmanın bağlı bulunduğu hattan ayrılmadığını, harekât emrini verirse büyük bir yıkım olacağını düşündü ve emri uygulamayı reddetti. Ordu karargâhı bu soruna çözüm olarak emrin birliklere doğrudan iletilmesi kararını aldı. Yakup Şevki Paşa ordusunu takip etmek zorunda kaldı.
Harekât başarıyla tamamlandıktan sonra Mustafa Kemal, Yakup Şevki paşaya bağlı 2. orduyu ziyarete geldi. Kendisini karşılamak için gelen Yakup Şevki Paşa, Mustafa Kemal’in önünde durarak şöyle söyledi “Cihan harbindeki başarısızlıklar benim neslimi fazla tedbirli yaptı. Yaşlanmışız. Başından sonuna haklıydın. Sen bu memlekete Allah’ın bir lütfusun.”
Yakup Şevki paşa elini öpmek isteyince “Estağfurullah hocam” sözünü duyacaktı. Birkaç gün içinde yüzlerce kilometre takip edilerek dövülen Yunan ordusu İzmir’e kaçtı ve bildiğimiz tarihi hüsranı yaşadı.
Takip eden zaferler ve sulh anlaşmalarından sonra Mustafa Kemal’e “artık ne olacak” diye soruluyordu. O, bu yolu çoktan çizmişti, gerçek savaşın cehaletle olduğunu, ve asıl zaferin bu savaş sonrasında kazanılabileceğini düşünüyordu. Savaştıkları devletlerle barış içinde yaşayabileceklerini, Türk milletinin “kinci” olmadığını ifade ediyordu.
Mustafa Kemal, bayraktarlığını yaptığı kurtuluş mücadelesinde emperyal güçlerlerle savaşın sadece bir basamak olduğunu biliyordu. Onun için savaş tanımı çok daha farklıydı. “Vatan savunması dışında savaşmak cinayettir” sözünü söyleyen yegâne asker Mustafa Kemal Atatürk oldu. Asli amacı, bir daha kurtuluş mücadelesi vermemek adına; fikri hür, vicdanı hür, güçlü bir ulus ve devlet inşa etmekti.
Planlarını düzenleyeceği kongrelerden önce yapmıştı zaten. Hatta bunu dillendirmekten de geri durmadı. Kurmak istediği devleti ve devrimleri fısıldadı. Belki de ne kadar duyabileceklerini merak ediyordu. O dönem içinde kendisine “paşam isterseniz önce düşmanı def edelim” deniliyordu. Yani kibarca, “söyledikleriniz bir hayal, önümüzdeki gerçeklere bakalım” demek istediler.
Zaferlerimizi kutlamalıyız, hem de en çoşkulu şekilde. Ara vermeden, ödün vermeden. Ancak bir şeyi unutmamalıyız. Tüm zaferlerin sonundaki yegâne amaç; kalıcı, huzurlu ve güçlü bir ülkeydi. Bunun ismine Türkiye Cumhuriyeti adı verildi.
Her zamankinden güçlü bir Cumhuriyete sahibiz. Ancak her zamankinden güçlü nesillere ihtiyacımız var. Bilimde, sanatta, sporda, edebiyatta, hayata dair her alanda güçlü, aydınlık yarınlarımız olmalı. Onlara bir daha var olma mücadelesi yaşatmamak için bugün çalışmalarımızı hızlandırmalıyız. Çocuklarımız, gerektiğinde "canla mücadele" verileceğini ama mutlak zaferin ancak ilimle kalıcı hale getirileceğini anlamalılar.
Mustafa Kemal’in gözlerindeki kararlılığı görmeliler. Fahrettin Altay komutasındaki süvari birliğinin Dumlupınar’daki seslerini işitmeliler. Afyon’dan taarruza kalkan, hemen önünde şehit düşen arkadaşına rağmen hücuma devam eden atalarının kahramanlıklarını hatırlamalılar.
O marşı söylemeliler;" İzmir’in dağlarına bomba koydular. Türk’ün sancağını öne koydular. Şanlı zaferlerle düşmanı boğdular. Kader böyle imiş ey garip ana. Kanım feda olsun güzel vatana"
Ve bilmeliler; bu Cumhuriyeti Mustafa Kemal önderliğinde yüz binlerce şehit ve gazi kurdu. Onlar yaşatacak!
Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun